Evet, ben, Boğaziçi’nde büyüdüm.
Benim çocukluğumun Boğaziçi’si, çay bahçesine inen hanımların “misafirlere bırakalım” deyip ön sıraları değil de arka masaları seçtiği; suyun Kanlıkavak’tan doldurulduğu; balığa çıkan aslında mahallenin boyacısı Salih usta’nın eve dönerken kendine fazla saydığı balıkları eşe dosta kapıya bıraktığı; fırınına börek götürülen ve börek çıktığında fırıncı hakkının unutulmadığı; kasabı, emlakcısı, bakkalı ve manavı ile herkesin mahalleli olduğu bir zamanın Boğaziçi’si, elbette. Boğaziçi demek, İstanbul demekti. Okulum oradaydıysa da, Nişantaşı, zaten, gidilesi yerler değildi. Kömür, is... yaşanacak yer, oradan uzak heryer, asıl İstanbul da, benim için Boğaziçi’ydi. Suyun yanı.
Dedem kardeşime “hamsi Mehmet” derdi. Kefal balığını öğretirken “sefal”den başlamış, “c”nin Latince ile Grekce arasındaki okunma farkıdan kefali’ye (boş kafa) ve kefal’e gelmişti. Çirozdan zarganaya pek çok balık isiminin Rumca olduğunu, ırkçılığa ayrımcılığa düşmeden, bir Boğaz çocuğu sıradanlığında anlatmıştı. Bizi ziyarete gelip, kaldıkları haftalarda sabah kahvaltılarımız hazırlar ve sağlıklı yetişmenin garantisi diye belirlediği sayıdaki zeytinin, peynirin ve ekmeğin yanı sıra top yumurtayı yediğimizden emin olmak için bizimle oturur ve arkası yarın masallar anlatırdı. Alatlı dedem, adını, köklerini anlatmayı çok sonraki masallara bıraktı ve Sarıyer’li yanını tanıttı ilk masallarında bize. Karadeniz’den Marmara’ya arkadaşını arayan yunus Sami’yi, Samsun’dan yola çıkan “defne yaprağı”nı, Torik Erto’yu, Sarıyer’li midye Mahmut’u... hep dedem tanıttı bize. İstanbul Boğaziçi, Boğaziçi de zaten İstanbul’du. Kardeşim daha bebekken, ben, Sarıyer’den Ortaköy’e tüm “köy”leri sayabilirdim. Oradan sonrası Boğaziçi sayılmıyor muydu, ne, ama ayrıydı. Aynı şekilde “Çınaraltı’nın karşısında Kanlıca, peki, ya RumeliHisarı’nın karşısı?” en sık sorularındandı, dedemin. Haritada Avrupa ile Asya’yı ayıramasam bile, karşı kıyıyı bilirdim.
Çocukluğumda balık birbirini kovalayarak geçerdi Boğaz’dan. Sürüler halinde. Lüfer ve kofana en iyi bildiklerim. Vahşi balıklardı, elini ısırırlardı balıkçıların. Sürüye denk geldiğinizde Boğaz’dan sadece olta ya da ağla değil, biliyorum inanılır gibi değil ama, kova sarkıtılarak bile çekilirdi balıklar. Balık boldu. Boyacıköy’ün önü sıra uzanan o geniş kaldırımın balık kaplandığı onlarca sefer hatırlıyorum. Kulağına kar suyu kaçtı, lodos vurdu gibi tarifleri vardı insanların. Balığın doğası, insana yabancı değildi. İstavritinden, kofanasına mahallelinin tuttuğu balık yenirdi bir tek istisna, kalkandı. Kalkan, Rumeli Kavağı’ndan ya da Beyoğlu’ndan alınan bir balıktı ve alındığında da çok gelirdi. Büyüktü. Bugünkü gibi “bebek” kalkan falan olmazdı tezgahlarda ve dişisini, erkeğini bilmek, ciğerini ya da yumurtasını isteyip istememek İstanbul çocuğu olup olmadığının tescili gibiydi. Balıkçılar sizi tartarken, kopya falan da vermezlerdi. Kalkan kızartılırdı, palamut gibi ve kokusu günlerce mutfaktan çıkmayacak diye söylenilirdi arkasından. Gene de, balık, bugünkü gibi dışarıda değil, evde yenilirdi ve beraberinde kurulan masa mevsimi birebir yansıtırdı. Istakozundan midyesine, uskumrusundan toriğine herbirinin sadece taze tüketildiği, bayatının, pahalısının bilinmediği o vakitler, lüferle çoban salatası yiyebilirdin belki ama kalkana bir tek kıvırcıkla kırmızı soğan kalırdı eşlik edecek.
Doğasında balık olan, o balığı da tuttuğu zaman yiyen insanlara ne ad verilecek ki? Gurme de denmezdi onlara, yenilenle caka da satılmazdı. Ama anlayacağınız “yemek yemeyi biliyorlar” diye gıpta edeceğiniz hanelerden oluşurdu, Boğaziçi ve sakın ha, dudak bükmeyin bu dediğime! Sakın ha yok canımlamayın ve mevsiminde bir balığın, tutulduğu yerin hemen yanı başında yenmesine içimizin nasıl gittiğini, o tadın sahiciliğine ne fiyat deseler vermeye hazır olduğumuzu hatırlattırmayın bana.
Bununla beraber, Boğaziçi’li, nasıl oldu ben anlamadan ve hepi topu benim yaşamım kadar kısa bir zamanda, kat karşılığı evlerini, bahçelerini sattı. Belediyeden talep edeceğine hizmeti, çöpünü Boğaz’a boşaltarak çözdü derdini. Bir gecede konan “gondu”lara kat çıkma izni karşılığı omuz silkti ve bir gece önceki karartmanın ardından Rum komşuya taş atan oğlunun sırtını “aslanım” diye sıvazlayarak çıkarttı, pek çok başka şeyin acısını. O acıları da asla tarif etmedi. Giden Rum komşuya rağmen. Mahalle çeşmeleri birer ikişer kurudu. Sokak aralarında asılı görmeye alışık olduğum çirozlar, aynı Vita tenekelerindeki cam güzelleri gibi, birer birer yok oldular. Fırınlar ya el değiştirdi, ya da “modern”leşti. Fırınların önündeki sıra da sadece Ramazan’a has bir tecrübeye döndü, marketlerin gelişiyle. Mahalle de beraberinde öldü. Kıyı boyunca sayılacak “köy”ler kalmadı. Kofana da öyle, torik de... hepsi bitti. Ne Akıntı Burnu’nda midye, ne de Arnavutköy’de ıstakoz çıkıyor artık. Mahalleli kalmayınca, zira, bunların tükendiğine hayıflanan da kalmadı. Hızlı hayat, dost sohbetlerini de hızlandırdı ve rakıya bile eşlik etmiyor bu balıkların adı, nerede hasretini çekenlerin ahbaplığı.
Bir zamanlar, benim yaşım kadar kısa bir zaman önce ama geçen yüzyılda, İstanbul’da, İstanbullular yaşarken, Rum’u, Ermeni’si, Yahudi’si ve Müslüman’ıyla, Boğaziçi belirlerdi mevsimi. Balık sürüler halinde birbirini kovalayarak geçerdi İstanbul’un içinden. Çocuklar donlarıyla denize girer, hanımlar çay bahçelerinde güneşlenir, mahallenin boyacısı da balıktan döner dönmez bahar temizliğine yardıma gelirdi.
Evet, o vakitler bahar temizliği çini sobaların sökülmesi, duvardaki islenmiş, pislenmis kısımların silinip yeniden boyanması ve bol miktarda da kıymalı makarna demekti ve günlerce sürerdi.
Evet, o vakitler mazot sıkıntısı vardı, evler soğuktu, caddeler pis ve sokaklar karanlık.
Evet, o zamanlar bir araba alabilmek için sıraya girilirdi, bir buçuk-iki yıl sonra alınacak o arabanın rengini bile seçme şansınız olmazdı.
Evet, döviz taşımak bulundurmak, biriktirmek yasaktı ve yurtdışına iki-üç yılda bir kez çıkılabilirdi.
Doğru.
Bunların hepsi geçen yüzyılda geçti.
Bugün mahallelerimiz yerine apartmanlarımız ve etrafı duvarlarla çevrili, kendimizi kendimizden koruyan sitelerimiz var. Anahtarımızı kimseye teslim etmiyoruz, kızartmaları da bir tabak olsun komşuya vermek aklımıza gelmiyor. Zaten kızartma “ağır”, kızartan da evin çalışanı olunca komşuyu hatırlayacak kadın eli de otomatikman eleniyor. Huzurumuz bozulmasın. Medarı iftaharımız arabalarımıza çocuklarımızı koyup markete gidiyoruz ve İtalyan peynirlerinden, Fransız şaraplarına, yöresel ya da organik ürünlerden en katkılı, en yapay aromalı çerezlere her diyardan lezzeti yüklüyoruz sepetimize. Yeni çıkmış ekmek kokuları salan pastahaneler, en hijyenik kasapların yanı sıra, balıkçılar da var, marketlerin mükemmel aydınlatılmış, defa defa denenip en çok nasıl satılırsa öyle sıralanmış raflarının yanı sıra. Çiflik somonları, levrekleri ve çipuraları alıyoruz artık, İstanbul’da, hem de kaç kilometre öteden geldiğini hiç merak etmeksizin. Tazeliği, Şili üzümünden hallice, oysa. Peşinden kovalayıp besleneceği hamsiyi, istavriti ya da sardalyeyi bulamayan lüfer, daha lüfer olamadan, sarıkanat boyundayken satılıyor bu tezgahlarda ve biz, arada gazetede gözümüze çarparsa, okuyoruz: lüferin de soyu tükeniyor!
Lüfer de tükendiğinde, oysa, Boğaziçi’nden ne kalacak geriye?
“İstanbulluyum” diyen, farkında değilse lüferin ve tasalanmıyorsa hele tükendiğine, İstanbul peki, nerede?
Yumurtasını bırakmak üzere önümüzdeki ay Ege’den Marmara’ya geçecek ve sonra da Karadeniz’e çıkacak lüfer, Eylül ayından itibaren hamsi ve istavrit sürülerinin peşi sıra Boğaz’a inecek. Bu balığın 10 cm’den küçüğüne “defne yaprağı,” 10-15 cm arasındakine “çinakop,” 15-20 cm arasındakine “sarıkanat,” 20-30 cm arasındakine “lüfer” ve daha büyüklerine de “kofana” adı verilir, diyor kaynaklar. Bu isimleri asırlardır nafakasını denizlerden çıkartmış balıkçılar vermiş. Ortak kaynaklarımızı devlet düzenlemeye başladığından bu yana, oysa, doğasını bilen, denizini bilen balıkçılar değil, mevzuatlar düzenliyor usulümüzü ve malesef bugünkü mevzuata göre 14 cm’den itibaren lüfer diye satabiliyoruz bu balığı tezgahta.
Ancak aynı balığın her boyuna bir isim verilmesinin işin doğasına uygun, pek haklı ve başka sebepleri var: 10 cm bile etmeyen bir yudumluk bebekliği defne yaprağıysa bu balığın; genç kızlığı sayılan --ilk yumurtasını bıraktığı- 15 cm’lık halinde ağırlığı hepi topu 30-35 gr; Karadeniz’de semirmiş, avının peşinde Boğaz’ı aşan 25 cm’lik halindeyse en az 150 gr geliyor. Boğaz’ın tarihinde yarım kiloluk lüferler yok değil. Aksine.
Anlayacağınız 14 cm’e lüfer demek işin doğasının çok ötesinde bir yanlış. Ama mevzuat izin verdiği, tüketici satın almaya devam ettiği sürece kim kimi nasıl durdurabilir ki?
Bir de, bu balık, hamsi, uskumru, kolyoz, istavrit, sardalye gibi sürü oluşturan balıkları yiyor. Yani mevzuata uygun davranıp av mevsiminin sona ermesini bekleyen, sonra da kazancını denizin doğasına göre değil de “hızlı hayat”a ayarlı planlayan balıkçının “fazla”dan avladığı her hamsi, her istavrit, her sardalya.. daha az lüfer olarak dönüyor tezgahımıza.
Bizse tezgahta tanesine 25 lira verdiğimiz bu balığı çocukluğumuzun balığı ile kıyaslamayı nasıl oldu bıraktık, bilmiyorum, fakat pek makul karşılıyor ve gittiğimiz balıkçıda masamıza ısmarlıyor, kesmeyince de, üzerine bir tabak hamsi kuşu istiyoruz!
Bu aylarda yumurtalarını bırakmak üzere yolculuğuna başlayacak bu balığa boşuna denmemiş, Boğaz’ın sultanı diye. Kıyısında tutulup, taptaze yenilebilecekken, dokunulamayana dönüştü sayemizde. Oysa, çok değil 30 yıl önce en “demokratik lüks”dü.
Sürdürülebilir bir tüketim biçimi değil bizimki.
Ancak “hızlı hayat” da bize düşünme fırsatı bırakmaksızın akıp, gidiyor. Lüfer de, nasıl diyorlar, arada kaynayıp gidecek korkarım..
Ama kimbilir belki, bu yıl siz devreye girersiniz. Tercih ettiğiniz lokantalara çağrıda bulunur, “aman, lüferi korumak için ne gerekiyorsa biz varız, menüyü ona göre kurun” dersiniz.
Der misiniz?
- Defne KORYÜREK
8 yorum:
Defnecim, çok güzel olmuş yazın. Hem insanın içini ısıtıyor, hem de düşünmeye sevkediyor. Eski değerlere bakmaya "aman nostalji işte" diyecekler çıksa da, bugün o günden daha iyi durumda olduğumuzu düşünmüyorum. Lüferin peşindeyim.
Defne'cim,
Iliklerime kadar pul pul balik oldum her satirinda...Rahmetli babaannemin her baliga ismi ile hitap ederken,sadece luferden balik diye soz etmesi ben kucucukken aklimi epeyce karistirirdi hep!Aralik ayi yerine lufer mevsimi demesi ise ayri bir muamma idi benim icin,sanki bes mevsim var sanip,her lufer mevsimi geldiginde neden bu kadar cok sevindigini ise hiiiic anlamazdim...Baliklarin sahina yakisir bir yazi olmus,ellerine saglik...Sayende eskileri de yad ettim :)
Simdi sira kollari sivayip biz lufer icin neler yapabiliriz,onu kotarmakta.Cooooook calismamiz lazim,cok!!!
defne, ne güzel yazmışsın..gecen seneye kadar 9 sene ben de emirgan çınaraltı'nda yaşadım, şimdi 'etrafı duvarlarla çevrili site' de oturuyorum..emirgan'ı da hic ozlemiyorum. çünkü gercekten geriye cok az sey kalmış eskilerden. benim yasadığım 9 sene icinde bile degisti bir cok sey..iyiye dogru olmadi bu degisiklikler ne yazık ki. kaybettiklerimizi nasıl alacağız geri bilmiyorum. çok üzücü.
Sevgili Defne,
Yazınızı okurken tüylerim diken diken oldu. Benim annem doğma büyümü İstanbul'lu. Çocukluğu Sarıyer'de geçmiş. Hep anlatırdı denize nasıl girdiklerini. Sonra Beşiktaş ve ver elini Nişantaşı olmuş. Benim çocukluğum Çemberlitaş'ta geçti. Hatırlarım babamla pazara gider balık alırdık. Ama hiç konuşulmazdı balık tazemi yoksa bayatmı diye. Zaten hep taze olurdu balıklar. En çok lakerda yerdik. Çirozun ocakta tütsülenirken çıkardığı kokuyu hep içime çekerdim. Kalkanın illaki erkek olanı alınırdı. Yumurtası ya ayrı alınır yada dişisiyle birlikte. Çocukluğumdaki Balığın lüfer mi, sarıkanat mı diye ayrıldığını hiç hatırlamıyorum. İstavrit, hamsi o gün ne çıkmış ise o yenirdi. Daha doğrusu mevsimi hangisi ise.... Dediğiniz gibi tüm değer yargılarımızı yitirmeye başladık. Ben tam herşeyden ümidimi kesmek üzereyken şans bu ya sizler gibi güzel dostlara kavuştum yeniden. Sevgili İstanbulumuzu kurtarabilirmiyiz bilemiyorum ama elimizden ne gelirse yapmamız geektiğini biliyorum hiç değilse.
Sağlıcakla kalın
Özbil
Not: Lüfer ile ilgili gelişmeleri yakından takip etmekteyim.
Defne Hanım,
Yazdıklarınızı okuyunca bu anlattıklarınızın hiçbirini görmeye yetişememiş olmaktan ötürü normalde duyacağım tepki kat kat artıyor... Haksızlık bu diye bağırmak geçiyor içimden, artık neye ya da kime bağıracaksam... İşte sıralanıyor yine bildik sorular; ne olacak bu halimiz, nereye gidiyoruz, niye kimse umursamıyor bu olanları? En çok "niye" ve "neden"in cevapsızlığı insanı çaresizleştiren...
Defnecim, bu yazıyı klavyeyle değil, yüreğinle yazmışsın. Her satırı Boğaz ve "derya kuzusu" kokuyor.
Sevgiyle, umutla,
Gizem
Ben artık böyle yazılar okuduğumda gözlerimdeki yaşları tutamıyorum, kızım "anne sen yaşlandın valla" diyor her ne kadar umut biriktirmek gerektiğini düşünsem de evet! gördüklerim, olanlar karşısında içim yaşlandı.Lüfer orta halli bir aileden gelen benim için çocukluğumda bile lükstü, hayatımda yalnızca bir kez yedim ve 36 yıllık yaşantımda yediğim en lezzetli balıktı. Herşeyi yavaş yavaş zalimce tükettiğimiz ve belki de bu tükenişe seyirci kaldığımız bu zamanlarda düşünceleriniz ve eylemlerinizle umut ışığısınız ben İzmir'de oturuyorum buradan katılacağımız okyanusta ancak bir damla olacağımız eylemler bekliyoruz elimizden ne gelirse....
Merhabalar Çok Sevgili Defne,
duygularımı şimdi anlatsam, hiç sahici olamayacaklar,
çünkü ruhuma ait olanlar sadece oradan bakabiliyor, yabancı yerlerde seslerini yükseltemiyorlar,
Sadece 60 yılı babadan,boğazlı bir aileyiz.
Sen karşı avrupa kıyılarında süzülürken, ben anadolu yakasında
size komşuydum.
Boğazın her evresini yaklaşık 45 yıldır satır satır bilirim.
Her anlattığının da altına bende imzamı atabilirim.
Böylesine anlamlı - böylesine değerlerimize yürekten sahip yazını kutluyorum.
Dün Tijenle (M.Zen) konuşurken ah dedim, neden ben Defneyi okumuyorum !!!!
Oysa Tv zamanından beri hiç aksatmamıştım :(
Bir ekmek mayası muhabbeti beni boğazın serin sularına, Zevkle sürükleyiverdi yeniden.....
YÜREĞİNE SAĞLIK...
SEVGİLER....
Yorum Gönder