Temmuz 01, 2009

Merhaba herkese,

Şimdi yazmaya nereden başlasam, neyi önce söylesem neyi sonra, neyi dahil etsem neyi etmesem, her şey zihnimde uçuşuyor açıkçası.

Yemek yiyerek, aslında yaşamım için fizyolojik ve psikolojik olarak bu kadar elzem bir harekette bulunarak attığım küçük çakılın yarattığı koca dalgalar beni şaşırtıyor, hayrete düşürüyor, belki korkutuyor, endişelendiriyor.

Baştan başlayalım istiyorum. Bir düşünün bakalım, ağzınıza attığınız lokmalar gününüzde, günden geriye kalan izlenimlerinizde ne kadar yer tutuyor? Ağzımıza sürekli bir şeyler atıyoruz aslında, elimizden çaylar kahveler eksik olmuyor, sıkıntıya kapılıp sakız çiğniyoruz,
kimimiz sigarayla oyalanıyor, sınav dönemleri çikolataya kaptırabiliyoruz, bir yere ziyarete gitsek önümüzden tatlılar börekler eksik olmuyor, en basitinden bir dükkana girsek çay ikram ediliyor, hasta oluyoruz elimiz, aklımız tavuk çorbasına, nane-limona, ıhlamura gidiyor hemen. Arkadaşlarımızla hep yenilen, atıştırılan, bir şeyler içilen ortamlarda bir araya geliyoruz, simitçiydi, börekçiydi, kebapçıydı, bardı, kafeydi... Anne, ev deyince mutfak, yemek hemen ardından üşüşüyor zihnimize, anneler, nineler böreklerle, pilavlarla, dolmalarla hatırlanıyor. Tuhaf değil mi geceleri yatarken geçen günü şöyle bir düşündüğümüzde ağzımıza attığımız, belki tıktığımız ya da tadını çıkardığımız belki de yiyemeyip içimizde kalan lokmaların, tatların, kimi zaman "yiyeceğimsilerin" aklımıza pek az gelişi?

Neden günümüzü planlarken, örneğin, yemeklerimizi de planlamayız? Neden yemek "nasıl olsa" bulunacak, mideyi bastıracak bir şey olup çıkar? Cumartesi planları yaparken kaçımız mutfakta, pazarda, fırının başında vakit geçirmeyi düşünür?

Mutfak hep bir iş alanıdır. Hem de para falan kazandırmaz. Tam tersine hem vakitten hem paranızdan kaybedersiniz. Önce alışveriş için markette, bakkalda, pazarda vakit "kaybedersiniz". Sonra bir de eve gel bu trafikte, o malzemeleri yıka, yerleştir. Gitti mi bir yarım saat daha? Hadi şimdi bir de pişir işin yoksa! Hem ne belli pişirdiğimin yenebilir olacağı? Ya yanarsa? Ya tadı kötü olursa? Ya beni doyurmazsa? Öff kim kesecek, ayıklayacak bunca sebzeyi, eti, bakliyatı? Haydi dur tencerenin başında karıştır da karıştır!!! Öff afakanlar bastı bak yine! Her şeyi hallettim, yemek de lezzetli oldu, ama şimdi kim yıkayacak bunca bulaşığı?! Yok artık, ben şimdi gidip pizzacının numarasını buluyorum, telefonumu ediyorum, ah işte yarım saatcik geçiveriyor pizza kapımda. On beş dakika sonra da midemde, ooh
bulaşık da yok!

Yok tabii bulaşık mulaşık! Bu da bir şey mi, vakit kaybı da yok, bütçe kaybını da vakit kazancı telafi ediyor. Eee, ne demiş atalarımız (Hakikaten onlar mı demiş? Kim etmiş bu lafı?) "vakit nakittir". Öğrenciyiz, bizim durumumuzda vakit okunan sayfalar, saatlerce yazılan ödevler, çizilen projeler, sabahın köründe gidilip bir sodexho bedeline çalıştığımız stajlardır. Vakit gün gelip de edineceğimiz diploma için bir "yatırımdır". Mezun olmalı, çalışmalı, nakit
bulmalı... Yemek de neymiş?

Ya neymiş ki yemek? Her gün bırak üç öğünü, aralarda boğazımdan geçen onca lokma, yudum neymiş ki? Mutfak, o karanlık, kırık dökük laboratuvarımsı... Uzak durmalı oradan. Buzdolabıysa kolaları, biraları soğuk tutmaya yarar. Ocakta çay yapılır.

Ne yaptım ki mutfaktan tasarruf ettiğim zamanla? Kendime vakit ayırmadım. Bu stres dolu günümün içinde zevk verecek üç lokmayı, beş dakikayı kendimden esirgedim. Soframa, belki de mütevazı bir tabak yemeğime eşlik edecek sohbeti kaçırdım. Bedenime verdiğim zarar artık bir masal gibi belki, peki ya dinginleşmeye ayıracağım beş dakika? Yarın öbür gün çocuklarıma kalacak şu bedenim, kanım, canım ne halde şimdi?

Mutfak, bir daha düşünelim, karanlık bir deney laboratuvarı değil aslında! Önce kendime, sonra çok sevdiklerime can-ı gönülden, seve seve vaktimi, emeğimi vereceğim, üretip yeni tatlara, kokulara, biraz daha düşününce dokulara ulaşacağım, kötü tecrübeleri komik sakarlıklara, toyluğa bağlayacağım bir yaşam alanı. Yemek kötü de olsa, yemeği yaparken "öff pişse de bitse şu iş" yerine "su kaynadı mı makarna taneleri akın edecek tencereye, maydanoz ve peynir masal gibi yağacak sıcak makarnaya, karabiber dantel dantel serpiştirilecek, bir
ufak hapşırığı da esirgemeyecek" desem, desek hep birlikte?

Akşam yatarken belki de dibi tutan, lapaya dönen makarnayı Ahmet'le, Birsen'le nasıl da söylene söylene yediğimizi ufak kahkahalarla hatırlasam, "öff bütün vaktim bir tencere hamura gitti" demek yerine? Vakit bir tencere hamura değil, yemek pişerken doyma hayaliyle
beklemeye, sofra kurmaya, Ahmet ve Birsen'le sohbete, makarnayı bu kadar haşlayınca dibinin tuttuğunu öğrenmeye "ayrıldı", "giden", kaybolan" bir hikaye aslında.

"Vakit" kaybolacak diye ne hakkımız var kendimizi, zevkimizi, sağlığımızı, anlamlı bir emeği kaybetmeye?

Yemeyi ve yemeği, sofrayı, olduğunda sofradaki kalabalığı, kokuları, tatları, sakarlıklarımı, gece uyumadan bunları hatırlayabilmeyi, bazen rüyalarıma da katabilmeyi seviyorum, çünkü ben her şeyden önce kendimi seviyorum.

Böyle, daha yeni başlıyorum... Beni susturabilene aşk olsun şimdi!

Afiyet olsun arkadaşlar, hepinize güzel tatlar dilerim.


-Özge OLCAY
Temmuz 2009

Hiç yorum yok: